Bilim Objektif mi? Ekonomik Bir Perspektiften Rasyonelliğin Sınırları
Bir ekonomist olarak sıkça düşündüğüm bir soru var: Kaynaklar sınırlıysa, seçimler gerçekten tarafsız olabilir mi? Ekonomide her karar, bir tercihin ürünüdür; bir alanda kazanırken başka bir alanda kaybetmeyi göze alırız. Peki, bu mantık bilim için de geçerli mi? Bilim, objektif bir bilgi alanı olarak mı var olur, yoksa tıpkı piyasa kararları gibi, çıkarlar, öncelikler ve kaynak dağılımları tarafından mı şekillenir? Bilim objektif midir? sorusu, aslında ekonominin temelini oluşturan “seçim” olgusunu yeniden düşünmemizi sağlar. Çünkü hem bilim hem ekonomi, rasyonellik iddiasının sınırlarını paylaşır.
Bilimin Ekonomik Temelleri: Kaynak, Seçim ve Fırsat Maliyeti
Ekonomik düşünce bize, hiçbir kaynağın sınırsız olmadığını öğretir. Zaman, para, emek, hatta bilgi bile kıt kaynaklardır. Bu nedenle, bilimsel araştırmalar da tıpkı ekonomik kararlar gibi birer fırsat maliyeti taşır.
Bir ülke, iklim değişikliği araştırmalarına bütçe ayırdığında, savunma teknolojisine veya sağlık alanına daha az kaynak ayırabilir. Bu, bilimsel önceliklerin ekonomik tercihlerle belirlendiği anlamına gelir.
Bilimsel objektiflik iddiası, verilerin ve yöntemlerin tarafsızlığı üzerine kuruludur. Ancak hangi verinin toplanacağı, hangi araştırmanın fonlanacağı ve hangi sonuçların kamuoyuna duyurulacağı tamamen ekonomik ve politik süreçlerin içindedir.
Örneğin, özel sektörün finanse ettiği araştırmalar, piyasa ihtiyaçlarına yönelir; kamu fonlarıyla yürütülen projeler ise toplumsal refahı önceleyebilir. Her iki durumda da bilim, bir “kaynak tahsisi” sürecidir.
Yani bilim, tıpkı ekonomi gibi, kıtlıkla baş ederken seçim yapmak zorundadır.
Piyasa Dinamikleri ve Bilimsel Tarafsızlık
Modern dünyada bilim, piyasa sisteminden bağımsız değildir. Bilgi ekonomisi kavramı, bu ilişkinin en açık göstergesidir.
Teknoloji şirketleri, ilaç firmaları veya enerji endüstrileri, bilimi bir yatırım alanı olarak görür. Burada temel amaç, bilginin kendisinden çok, bilginin getirisidir.
Bu durum, bilimin yönünü belirleyen görünmez bir “piyasa elinin” oluşmasına yol açar.
Adam Smith’in görünmez eli nasıl ekonomide arz ve talep dengesini sağlıyorsa, benzer bir dinamik bilim dünyasında da işler.
Ancak burada “talep” bilgiye değil, bilginin ekonomik potansiyeline yöneliktir.
Bir araştırmanın fon bulabilmesi, onun “pazar değeriyle” ölçülür hale gelir. Bu durumda bilim, saf merakın değil, yatırım getirisinin bir uzantısına dönüşebilir.
Dolayısıyla bilimsel yönelimlerin “objektif” olması, ekonomik teşviklerle sıkı sıkıya bağlantılıdır.
Bireysel Kararlar ve Bilimsel Rasyonalite
Ekonomide olduğu gibi, bilimsel üretimde de insan faktörü merkezîdir.
Bilim insanları karar verir, öncelik belirler, hipotez kurar. Bu kararlar rasyonel görünse de, tıpkı piyasa aktörleri gibi, sınırlı bilgi ve önyargılarla şekillenir.
Her araştırmacı, kendi deneyimlerinden, değerlerinden ve çıkarlarından bağımsız değildir.
Davranışsal ekonomi bu durumu “sınırlı rasyonellik” kavramıyla açıklar. İnsanlar tüm bilgilere sahip olsalar bile, her zaman rasyonel karar veremezler.
Bu kavramı bilime uyarladığımızda, bilimsel objektifliğin ideal bir hedef, ama pratikte ulaşılamayan bir denge noktası olduğunu görürüz.
Bilim insanı, tıpkı yatırımcı gibi, risk alır; bir konuyu seçerken diğerini dışlar. Bilimin yönü, bu bireysel ve kurumsal tercihlerin toplamından oluşur.
Toplumsal Refah ve Bilimin Ekonomik Sorumluluğu
Bilimin objektifliği tartışılırken gözden kaçırılmaması gereken bir diğer boyut da toplumsal refahtır.
Ekonomik açıdan bakıldığında, bilimin görevi yalnızca bilgi üretmek değil, bu bilginin sosyal faydaya dönüşmesini sağlamaktır.
Ancak bu noktada bir çelişki doğar: Bilim ne kadar bağımsız olmalıdır ki, toplumsal çıkarları koruyabilsin?
Yoksa toplumsal çıkarlar, bilimin yönünü belirleyerek onun objektifliğini zedeler mi?
Örneğin, yenilenebilir enerji araştırmaları sürdürülebilir refah için hayati önemdedir; ancak fosil yakıt endüstrisinin ekonomik gücü, bu bilimin gelişimini engelleyebilir.
Bu durumda bilimin objektifliği, ekonomik güç dengeleriyle doğrudan sınanır. Bilim, toplumsal refahı artırma aracı olmalı, ancak ekonomik çıkarların gölgesine sığınmamalıdır.
Sonuç: Bilimin Değeri, Seçimlerin Ekonomisinde Saklıdır
Bilim objektif mi? sorusu, aslında bilimin “ekonomik bir varlık” olup olmadığını sorgulamaktır.
Her bilimsel tercih, görünmeyen bir fırsat maliyetiyle yapılır. Her araştırma, sınırlı kaynaklarla yürütülür.
Ve tıpkı ekonomide olduğu gibi, bu tercihler bir rasyonellik arayışıdır — ama asla mutlak değildir.
Bilimin objektifliği, tıpkı piyasa dengesi gibi, sürekli dalgalanan bir denge hâlidir.
Gerçek soru belki de şudur: Geleceğin ekonomisinde bilimin sesi, yatırımın mı yoksa insanlığın çıkarının mı yankısı olacak?
Belki de bilimin en büyük sınavı, kendi tarafsızlığını ekonomik tercihlerden koruyabilmektir.